Cumartesi, Ağustos 30, 2008

altınoluk*

sabah.. çok erkenden.. çarşıdaki köy fırınına pedal çevirdikten sonra;
hamur kokusuna, fırının kapısında yerlere serilen köylü güzellerinin tezgahından yükselen incir ve taze nane kokuları karıştığında kucaktaki şey;
en şefkatli günaydın çağrısıydı.

öğlene doğru.. ilk sahil faslından dönülmüş.. mutfaktaki bitik türk kahvesi telveleri lavabonun giderinden fal dilekleriyle beraber akıp giderken;
püfür püfür esen balkondan çıkıp giden biber ve patlıcan kızartması, yoğurtlar, salça soslarına; kaynamaya bırakılmış hafiften köpüren çilek reçeli kokusu karıştığında;
bu sadece lezzetin tanımıydı.

öğleden sonra.. denizden dönülmüş, yorgun argın yemekler yenilmiş.. temiz havanın rehavetiyle yatağa serildiğinde;
güzellik uykusunu gerçekten güzel kılmak için açık pencereden içeri doluşuveren melisa kokusuna odadaki mayışıklığı eklediğinde elde edilen;
huzurun alasıydı.

akşam üzeri.. denizden ya da kaz dağı' nın içine kendini saklayan kaynak suyu şelalesinden dönüldüğünde;
saçların tuz ve yosun karışımı kokusu yerini duştaki sabun kokusuna bıraktığında elinde somut olarak tuttuğun koku;
tatilin en büyük kanıtıydı.

akşam yemeği.. en taze balık mangaldan sofrada.. oradan da salatalı tabaklara ilave edildikten sonra;
yudum yudum bardağa dolan/boşalan anason ve gerçek beyaz rengin kokusu;
efkarın zevk ve pürneşeye dönüştüğü nadir bir zaman dilimini simgeliyordu.

ve gece.. yeniden aynı çarşıda.. renklerin, seslerin, insan ırklarının içinde boğulmuş gürültünün bir parçası olur gibi kahkahalar atarken;
birbirine karışmış onlarca parfüm ile burundan asla gitmeyen aşkın, sevişmenin kokusu;
deliresiye özlemek ve aldatmak arasında kalmak demekti.


hep böyle tatil kokuları.
rüzgar işini bilmiş de buranın insanının temizliğini, bu olağanüstü kokuları asla şehre taşımamış.

böylece yaz tatili dediğimiz şeyi kışın ulaşılmaz, yazın doyulmaz kılmış.